Blog

Yazdığım FanFiction

21.06.2014 00:00

 

 

Yaşlı sentor tenis masasının başında somurtuyordu. Masanın etrafına farklı görünüşlere sahip  12 genç çocuk dizilmişti. İçlerinden biri "Neler oluyor Kheiron, anlayamıyorum" dedi. Çocuk orta boylardaydı, 16-17 yaşlarında gösteriyordu. Bembeyaz bir teni vardı, o kadar beyazdı ki ölümün pallor mortis belirtisine bir örnek olabilirdi. Bembeyaz tenini tamamlayan simsiyah uzun dalgalı saçları omzuna dökülüyordu. Kheiron iç geçirdi. "Ne yapacağımı bilemiyorum melezler, taraf seçemem. Size söyleyebileceğim tek şey, kimseye güvenmeyin. Kampı terketmek zorundayım." dedi. Melezlerden diğer bir tanesi ayağa kalktı. Siyah şaçları kalkmasıyla dalgalanmış, odaya pozitif bir enerji saçmıştı. Kızın mor gözleri dolmuştu, Kheiron'a yanaştı ve ona sarıldı. Kheiron titremeye başladı ve kızı kenara itti. Yaşlı olmasına rağmen hızını yitirmemiş olan sentor, hızlıca koştu ve odadan uzaklaştı. Kız ağlıyordu. Az önce konuşan çocuk sanki kelime daracığında sadece bunlar varmışçasına tekrar sordu, "Neler oluyor Amisa?" Amisa'nın dudakları titriyordu. Doğruldu ve boğazını temizledi, "Kheiron'dan kötü bir talih seziyorum. İşler onun için iyi gitmeyecek, buna eminim." dedi.

 

Çocuk paniğe kapılmıştı. Amisayı tanırdı ve güçlerini bilirdi, şansı yaver gittiğinde asla yanılmazdı. O şans ve talih tanrıçası Tyche'nin kızıydı. Tenis masasının en sessiz köşesinde oturan cılız bir kız kısık bir ses tonuyla konuşmaya dahil oldu, "Blake, herkesin de onaylayacağı üzere aramızdaki en güçlü melez sensin, bu da seni kampın lideri yapıyor. Bir karar vermen lazım, kaybolan melezlerin sayısı 17'ye çıktı" dedi. Amisa kafasını salladı ve onayladı. "İşin garip yani, melezlerin ölüp ölmediğini de sezememen Blake. Üstelik bu melezler göreve bile çıkmamıştı, hepsi kabininde uyuyordu. İşler iyiye gitmiyor" dedi. Blake somurttu. Üzerine sorumluluk yığılmasından bıkmıştı artık. Sırf Hades'in oğlu diye çok ilgi çekmesi mi gerekiyordu ki? Etrafına bakındı. Masada herkes ümitsizliğe kapılmıştı ve hepsi "Boku yedik." dermişçesine bakıyordu. Buranın gerçekten bir lidere ihtiyacı vardı. Blake düşündü, bir lider olabilecek yüreğe sahip miydi? Efsanevi Percy Jackson gibi başarılı olabilir miydi?

 

Blake'in aklına bir fikir geldi. Az önce konuşan cılız kıza sordu, "Myra, güçlerinden faydalanmam gerekiyor." Myra cidden ufak tefek bir kızdı. 13 yaşlarında gösteriyordu, kısa kahve saçları vardı. "Seni dinliyorum Blake." dedi. Myra, seçimlerin ve kapıların tanrısı Janus'un kızıydı. Bazı kararları analiz edip sonuçlarının nasıl olabileceği hakkında tahmin yürütebiliyordu. Blake sordu, "Myra, eğer kampta kalmayı seçersem ve göreve çıkmazsam sonucu iyi olacak mı?" Myra gözlerini kapadı. Odaklanmaya çalışıyordu. Birden titremeye başladı ve yere yığıldı. Nöbet geçirirmişçesine sarsılıyordu. Bağırmaya başladı, "ASLA BAŞARAMAYACAKSIN BLAKE, ASL-"

Birden ses tonu değişti. Tamamen farklı biri olmuştu, "KENDİNE GÜVENMELİSİN, SADECE KENDİNE" diye bağırdı. Sarsılmaya devam ediyordu. Odayı bir yanık kokusu sarmıştı. Amisa bağırdı,  "Mint, hemen nektar getir!"

İsmi Mint olan kız kalktı ve koşarak odadan ayrıldı. Kısa bir süre içinde elinde biraz nektar ile döndü. Hemen nektarı Myra'ya içirdi ve ellerini kafasına koyup bir kaç büyülü söz mırıldanmaya başladı. Myra sanki uzun bir süre çişini tutmuş ve daha sonra tuvaleti kullanmışçasına rahatladı.

 

Blake yere yığılmıştı ve korkuyordu. Herkes umutsuzluğa kapılmıştı. Kherion'un neden kaçtığını anlamıştı. Bu sefer, düzelme yolu yoktu. Pandora'nın kutusundaki umut bile sönmüş olabilirdi. Ümitlerin tükendiği anda hikayenin devamlılığı açısından bir şey olur ya? Öyle oldu işte, odayı beyaz kutsal bir ışık sardı. Herkes gözünü kapattı, bu ışığa bakarlarsa paramparça olacaklarını biliyorlardı. Işık dağıldığında tenis masasının üstünde uçan bir hayalet belirdi. Hayaletin sapsarı saçları vardı, delici gri gözlerle odaya bakınıyordu. Sonunda gözünü yerde yığılıp kalmış olan Blake'e dikti. Kız üstüne Melez Kampı yazan turuncu bir tişört giymişti. Boynunda turuncu tişörtünü tamamlayan bir çok boncuğu olan bir kolye takılıydı. Bir boncuğun üstünde Labirent imgesi vardı, birinde ise bir post ağacı süslüyordu. Tüm boncuklar betimlemeye kalkılsa, hikaye okuyucuların okumaya üşeneceği uzunluğa gelebilirdi. Blake doğruldu ve gözlerine inanamadı. Bu kızı tanımamaısının imkanı yoktu. 21. yüzyılın en popüler melezlerinden birine bakıyordu. Olimpos'un mimarı, dünyanın kurtarıcısı, meşhur Percy Jackson'ın biricik sevgilisi.

 

"Annabeth Chase? Aman tanrım."Annabeth sırıttı. Ününün hoşuna gitmediğini söyleyemezdi, çünkü buna bayılıyordu. Dünyaya veda ettiğinden beridir ara sıra annesi Athena onu dünyaya yolluyor, bir kaç meleze akıl hocalığı yaptırıyordu. Annabeth konuştu, "Merhaba Blake. Fazla vaktimiz yok. Olimposa gitmelisiniz, yanına Myra ve Amisa'yı almalısın. Diğer melezler ise savaşa hazırlanmalılar. Aradığın cevapları Olimposta bulacaksın fakat temkinli ol, Kheiron'un sözlerine kulak asmalısın. Asla ama asla kimseye güvenme. Şimdi gitmem gerekiyor, Yosun Kafa mavi ıslak kek yapmış! Dikkatli olun melezler!"

Konuşmanın üzerine hayaleti yavaşça söndü ve yok oldu. Bu ne biçim bir yardımdı? Amerikan Talk-show'larındaki gibi hızlı hızlı konuşup çekip gitmişti. Blake kılıcından destek alarak doğruldu. Amisa'nın yanına gitti. "Myra'nın iyileşmesi ne kadar sürecek Amisa?" dedi. Amisa sırıttı. "Şansı yaver giderse, bir güne bir şeyi kalmaz" dedi. Blake gülümsedi. Amisa'nın şans ile ilgili cümle kurma çabası ona hep tatlı gelmişti. Amisa'nın saçlarını kulağının arkasına doğru attı. "Gitmem gerek Amisa, kahini görmeden göreve çıkamayız" dedi. Amisa kafasını salladı. Blake gidiyordu ki kolundan tuttu ve onu çekti. "Lütfen dikkat et, tamam mı?" diye mırıldandı. Blake kendine güvenen bir şekilde sırıtmaya çalıştı. "Bir iyi şans öpücüğü eminim ki faydalı olabilir, ne dersin Amisa?" dedi ve güldü. Amisa'nın yanakları al al olmuştu. Evet, Blake'le aralarında bir şey olduğu kesindi fakat yine de çekiniyordu. Blake'e yanaştı ve yanağına bir öpücük kondurdu. Daha sonra Blake'in kulağına yükseldi ve seksi bir ses tonuyla fısıldadı, "Şimdilik bununla yetinmen gerekecek Ölü Çocuk!"

Blake'in tüyleri diken diken, yanakları ise kıpkırmızı olmuştu. Amisa kahkahalar atmaya başladı. Blake tebessüm etti ve toplantı odasının kapısından çıkıp gölgelere karıştı. Kahini bulması gerekiyordu. Amisa iç geçirdi. "Ah şu Hades çocukları yok mu, gölgelere karışmalar, havalı havalı tebessüm etmeler..."

 

Myra uyanmıştı. Yerden kalktı ve etrafına bakındı. "Neler oluyor Amisa, ne kadardır baygınım, Blake nerede?" diye sordu. Bir çocuk lafa karıştı, "Vay canına Myra, soru kombosu yaptın" dedi. Myra gülümsedi, "Kapa çeneni Hilaris" diye takıldı. Hilaris kamptaki en olgun melezlerden biriydi. Artık tarihe karışmış olmasına rağmen hala Melez Kampı tişörtü giyiyordu. Tişörtün kollarını yırtmış, geniş omuzlarına gök kuşağı dövmeleri yaptırmıştı. Hilaris'i analiz edebilmek için dahi olmaya gerek yoktu, o kampın hipsterıydı. Tek omzuna bir çanta takmıştı ve çantanın fermuarı açık vaziyetteydi. Myra çantaya bir göz attı. Çantadan dışarı fırlamış olan "Grinin Elli Tonu"nu görünce biraz ürktü. İnsanların nesi vardı böyle? Myra, Hilarisle şakalaşmaya devam ediyorken Amisa düşünüyordu. Titanlar ve gigantlar 7 efsane melez onlara dersini verdiğinden beridir sakindi, canavarların bir çoğu ise Yeraltı Dünyası'nda saklanıyordu. O halde sorun neydi? Yakında öğreneceklerdi fakat Amisa korkuyordu. Sınavdan çıkınca notların açıklanmamasını dilemek gibiydi. Gerçekle yüzleşmek istemiyordu. Yavaş yavaş melezler toplantı odasını terkettiler. Amisa da kabinine yöneldi. Tyche kabinine varmak üzereyken Myra önüne çıktı. Amisa neredeyse unutuyordu. Myra yere yığılıp çılgınlar gibi sarsılmıştı. Aslında sarsılması hoş bir dans figürü olabilirdi fakat bunu Myra'ya söylememeye karar verdi. "O de neydi öyle Myra?." diye sordu. Myra aşşağı baktı. Biraz rahatsız görünüyordu. Utangaç bir ses tonuyla "Babamın güçlerine. fa-fazla yüklenirsem, kişiliğim ikiye bölünüyor." dedi. Amisa üzüldü. Bir de annesinin Athena veya daha havalı bir tanrıça olmadığından yakınırdı. Myra'yı rahatlatma isteği duydu. "Hah, üzülmemelisin. Her melezin utandığı bir özelliği var, bilirsin. Bir keresinde bir melezsin yanlışlıkla Büyükonuşla araba çaldığını duymuştum." dedi. Myra sırıttı. Kızın 14 yaşında olduğuna inanmak zordu. O kadar küçüktü ki bir top havuzuna girse kimse onun büyük olduğunu anlayamazdı. Hatta çocuk havuzunda bile boğulabilirdi. İkisi de biraz daha muhabbet ettikten sonra kabinlerine yöneldiler.

 

 

***

 

 

"Lanet olsun." diye düşündü Blake. Olaylar pek umrunda değildi, Amisa'dan koparamadığı öpücüğü düşünüyordu. Blake onunla tanıştığı zamanı hatırladı. Sıcak ve romantik bir günde koridorda yürüyorlarken çarpmışlar, ve kitaplar yere düşmüştü. Hah, tabii ki öyle olmamıştı. Blake Amisa'yı melez olduğunu öğrenmeden önce bile tanıyordu. İkisi de aynı okula gidiyordu ve Blake ondan o zamandan beridir hoşlanıyordu. Çılgın bir eşşek adam onlara melez olduğunu söylemiş ve ikisini de kampa götürmüştü. Blake etrafına bakındı. Kısa mesafe için gölge yolculuğu yapmak pek iyi bir fikir değildi fakat Amisa'yı etkilemenin tek yolu oydu. Kahin'in mağarasına girdi. İçerisi her zamankinden daha da ürperticiydi. Duvarlara bazı resimler çizilmişti. İçeriye mistik bir hava katıyordu. Çoğu resimde yeşil gözlü bir genç yer alıyordu. Bir karede dev bir boğanın boynuzunu sökmüştü, diğer bir karede ise sarışın bir çocukla savaşıyordu, kareler ilerledikçe genç daha da büyüyordu. En son karede gencin yanında sarışın ve mavi gözlü bir kız vardı. Kızın karnı kocaman olmuştu ve gülüyordu. Blake gülümsedi. Acaba o da meşhur melez Percy Jackson kadar mutlu bir yaşam sürebilecek miydi? Cevabını veremeden mağaranın içinde bir kız belirdi."Hoş geldin arayıştaki kahraman" diye fısıldadı. Yere yığıldı ve içinden dev bir yılan püskürdü. Blake kehanetin dizelerini beklerken yılan ona doğru yaklaşmaya başladı. Geri adım attı ve kılıcını çekti. Neler oluyordu? Daha önce kahinin böyle garip davrandığını görmemişti. "Kehanet mi istiyorsun? Al sana kehanet!" diye inledi. Blake kılıcını savurdu fakat kılıç hayaletin içinden geçti gitti. Yana doğru hızla kaçtı. "DEFOL GİT BURADAN! ARTIK 

BU DÜNYADA İSTENMİYORSUNUZ!" diye bağırdı. Blake kahinin istediğini yapmaya karar verdi. Arkasına bakmadan mağaradan kaçtı.

 

Tek bir şeyden emindi. Sonu asla Percy Jackson gibi olamayacaktı.

İkinci Bölüm:

 

"İyi iş Apollon, sahte kahini yollamak onları bir süre oyalayacaktır." dedi. Apollon sırıttı ve güneş gözlüklerini çıkardı, "Hah, sorun değil. Şimdi eğer benimle işin bittiyse Afrodit'in instagramına bakmam gerekiyor. Eminim ki kumsalda bacaklarının fotoğraflarını çekmiştir." dedi. Sonra internetten tanrıçaların bacaklarına bakan biri değilmişçesine süper-nova bir patlamayla odayı terketti.

Zeus iç geçirdi. Romalı formuna dönmeyi özlüyordu. Jupiter'in diyarında herkes daha ciddi ve disiplinliydi. Üstelik melezler de dediklerini harfi harfine uygulardı. Fakat onların olanlardan haberdar olmaması için Romalı tanrıların bir müddet ortalıkta gözükmemesi gerekiyordu.

Odanın diğer bir köşesinde oturan Athena düşünüyordu. Melezlerin kadim yasaları çiğneyerek göreve çıkması çok tehlikeliydi. Fakat aptal Zeus yüzünden yalnız kalamıyordu. Bir tanrıça olmasına rağmen aptallarla uğraşıyor olması onu üzdü. Ama yakında daha fazla üzülmesine gerek kalmayacaktı.

 

***

 

Blake olanları kafasında süzüyordu. Kahinin davranışları çok garipti. Kheiron'a danışmayı dilerdi ama sevgili sentor dünyanın en iğrenç esprisini duymuşçasına koşarak uzaklaşmıştı. Zavallı adam, binlerce yıldır kahramanlara eğitmenlik yapıyordu. Acaba 

eğitmeyi bırakırsa hayatı son bulur muydu? Blake üzüldü, bilge at-adamın hayatı bu şekilde sonlanmayı haketmiyordu.

Çok geçmeden Hades kabinine vardı. Yeşil yeşil parlayan ürkütücü ışıkları görmek onu rahatlatmıştı. En azından içinden Anakonda filminden fırlamış bir yılan püskürmeyecekti. Kabinine girdi ve etrafına bakındı. Kabin her zamanki gibi boştu. Zeus'un ve Poseidon'un bile onlarca çocuğu varken kendisinin yalnız olmasına anlam veremiyordu. Babasının neden dışarı çıkıp diğer tanrılar gibi sugar-daddy edasıyla genç çıtırları götürmediğini düşündü. Sanırım Persophone onu tatmin etmeye yetiyordu. Blake gerilmeye başladı ve esnedi. Ne kadar yorulduğunun farkına varamamıştı. Olanları kimseye anlatmamaya karar verdi, arkasını dönüp kız gibi kaçması karizması açısından pek hoş olmazdı. Yatağına uzandı ve gözlerini kapadı. Çok geçmeden 

insanlar için tatlı, melezler için ise acı verici olan rüya alemine daldı.

 

***

 

Yatağından doğruldu ve etrafına baktı. Ranzalar, kafatası figürleri, bir kaç yeşil alev ve bir Hades çocuğuna çekici gelebilecek her şey odayı süslüyordu. Şüphesiz ki burası Hades kabiniydi. Kabin çok karanlıktı, hiçbir şey göremiyordu. Yavaşça ilerlemeye başladı. Klostrofobik bir tünelin çıkışındaki umut verici ışığa benzer yeşil bir ışık gördü. Daha dikkatli bakınca bunların ışık olmadığını farketti. İki tane yemyeşil parlayan göz. Gözlere doğru ilerlemeye başladı. İlerledikçe güzlerin sahibinin suratı daha da belirginleşiyordu. Sonunda yanına vardığında onun fotoğraflardaki meşhur melez olduğunu farketti. Suratının dibinde durmasına rağmen genç çocuk onu farkedemiyordu. Çocuk cebinden bir kalem çıkardı. Karanlıkta bir kalemin neye faydası olacaktı ki? Kalemin kapağını açtığında kalem büyümeye ve bir kılıca dönüşmeye başladı. Kılıç formunu aldığında odaya bronz bir ışık saçtı. Yeşil gözlü genç tebessüm etti ve kılıcın ışığıyla ilerlemeye başladı. Çok geçmeden kulübenin bir köşesine geldi. Orada Blake'in daha önce dikkat etmiş olmadığı bir boşluktan elini soktu ve gözünü kapattı. Daha sonra kolunu oradan çıkardı ve arkasına dönüp gözlerini Blake'e kenetledi. Oh hayır, Blake rüyasında Percy Jackson'la 

öpüşmek istemediğine emindi. Percy sanki düşündüklerini okumuşçasına güldü. "Eğer birileri acil durumda kalırsa buraya gelmeli." dedi. Söyledikleri Blake'e tanıdık gelmişti. Percy tekrar düşündüklerini okumuşçasına sırıttı. "Hayır, örümcekleri izlememelisin. Haha, Annabeth buna kesin bayılırdı." dedi ve sırıttı. Blake de gülümsemesine karşılık verdi. Birden Percy'nin surat ifadesi değişti. "Gitmem gerek!" dedi ve kayboldu. Kabin sarsılmaya başladı, yerlerde mini yanar dağlar belirdi ve her yere lav püskürttü. Blake hemen arkasında metalik bir ses duydu ve korkunç rüyaların ilk kuralını çiğnedi;

 

 

"Asla arkana bakma..."

 

***

 

Yataktan nefes nefese fırladı. Kan ter içinde kalmış, melez olduğu için kendinden bir kere daha nefret ediyordu. Aptal iskeletin karnına sapladığı kılıç o kadar gerçekti ki bir an için öldüğüne emindi. Ranzadan indi ve banyoya girdi. Aynada bir kaç dakika kendine iltifat edip "Ne bok yiyorum ben." dedikten sonra duşa girdi. İnanması güç olsa da dünya üzerinde 5 dakika içerisinde duş alabilen insanlar vardı. Blake de onlardan biriydi. Duştan çıkıp betimlenirse hoş olmayacak bir kaç işini hallettikten sonra kahvaltı etmek için kabininden ayrıldı.

Bugün hava güzeldi yani yemek dışarıda yenilecekti, açık hava masalarına yöneldi. Çok geçmeden Hades'in masasına vardı. Herkes masalarına oturmuş açılışı bekliyordu. Ne Dionysos ne de Kheiron ortalıktaydı, birinin açılışı yapması lazımdı. Blake masasından ayrıldı ve Dionysos'un masasına çıktı. "Ne duruyorsunuz şapşallar, tıkınsanıza!" diye bağırdı. Çok özlü, ilham veren ve iştah açan bir konuşmaydı. Blake tekrar masasına yürüyordu ki birden bir çığlık duydu. Çığlık Ares masasından geliyordu. Lanet kas yığınları yine aptal şakalar yapıyor olmalılardı. Pek umursamadı fakat çığlıkların sayısı arttı. Neler oluyordu? Etrafına bakınmaya başladı. Bir çok melez elini gırtlağına dayamış, çok acı bir meksika biberi yemişçesine kıpkırmızı olmuştu. Gözlerini hemen Tyche masasına 

dikti. Blake neler döndüğünü anlamıştı. Masaya koşmaya başladı. Amisa'nın ağzına sokmak üzere olduğu metal kaşığa bir yumruk savurdu. Amisa kaşlarını çattı. "Tanrılar aşkına Blake, kahvaltı gevreklerine kastın mı var senin?" diye yakındı. Blake tebessüm etti, "Birincisi evet, reklamlardaki o aptal tavşandan nefret ediyorum." dedi. Daha sonra ani bir hareketle masaya çıktı ve yemeklere tekme attı. Tüm gücüyle bağırmaya başladı, "İKİNCİSİ İSE, KİMSE HİÇBİR ŞEYE DOKUNMASIN. YEMEKLER ZEHİRLİ. KİMSEYE GÜVENMEMEMİZ GEREKİYOR." dedi.

Apollon melezleri hemen harekete geçti. Boğulan melezlere kalp masajı yapıyorlar, onlara nektar içirip hayata geri döndürmeye çalışıyorlardı. Blake Apollon kulübesinin başdanışmanı Jill Solace'a döndü. Jill kafasını hayır manasına gelecek biçimde, yani sağa sola salladı.

 

***

 

Herkes sönük sönük yanan kocaman bir kamp ateşinin etrafına toplanmış, üzgün bir surat ifadesi takınmıştı. 11 tane, farklı renklerde kefenler ateşe veriliyordu. Blake'in çok iyi arkadaşlarından bir iki tanesi Hades'e kavuşmuştu. Demeter kulübesinden Selina Gardner, Afrodit kulübesinden Jamie Tanaka ve Athena kulübesinden Logan. Neden melezlerin hayatları bu kadar trajik olmak zorundaydı ki? Ya Amisaya da bir şey olsaydı? Blake öfkelendi. Ölenlerin intikamını almak istiyordu, bunu yapanları bilmese bile şimdiden onlara karşı derin bir kin duyuyordu. Bir an önce Olimposa gitmeli, neler döndüğünü öğrenmeliydi. Amisa'ya sokuldu. Kulağına yaklaştı ve fısıldadı, "Myra'yı al ve hazırlarmaya başla, kefen töreninden sonra Empire State'e gidiyoruz."

Amisa kafasını salladı ve onayladı. Blake oradan uzaklaştı ve hazırlık yapmak için kulübesine yöneldi. Yolda ilerlerken yemekhanenin merdivenlerinde bir şey dikkatini çekti. Daha önce gözüne çarpmamış olmasına şaşırmıştı. Merdivenin basamağına çömeldi ve iz süren bir elf gibi çömeldi. Basamakta elini gezdirmeye başladı ve tanıdık bir şey hissetti. Burada ölüler çağrılmıştı. Gözlerini kapattı ve odaklandı. Basamağın altında bir cisim olduğuna artık emindi, hissedebiliyordu. İçerideki cismin yukarı doğru yükseldiğini hayal etti. Çok geçmeden zemin parçalandı ve zeminden siyah bir kılıç fırladı. Blake kılıcı kabzasından yakaladı.

"Hadi canım." diye düşündü. Kılıcı çevirdi ve inceledi. Stgyian bronzu, yaklaşık 90 santim uzunluğunda, müthiş dengelenmiş ve enerji dolu. Kahretsin, bu kılıçlardan bulmak o kadar zordu ki!. Kılıcı görünmez ninjalarla savaşarak test ettikten sonra kullanmaya karar verdi.

Tekrar kulübesine geldiğinde odasını talan etti. Çantasını aldı ve içine üç parça ambrosia, biraz nektar, bandajlar, ölümlü parası, drahmi, uyku tulumu ve bir kaç yedek kıyafet koydu. Yolculuğa neredeyse hazırdı. Yatağının yanındaki şifonyerin çekmecelerinden en alttakini açtı ve küçük yüzük kutusunu aldı. Kutuyu açtı ve ne zamandır kullanmaya fırsat aradığı yüzüğü parmağına taktı. Yüzük gümüştendi ve üstünü en az Percy Jackson'un gözleri kadar parlak yeşil bir taş süslüyordu. İşte şimdi Blake hazırdı. Son bir kez külübesine baktı ve gülümsedi.

 

 

Belki de bu kulübesini son görüşü olacaktı.

Bölüm 3

 

Herkes eşyalarını toparlamış, yola çıkmaya hazırdı. Blake çantasını sırtladı ve atılmak üzere olduğu maceraları düşündü. Eskiden birkaç kere göreve çıkmıştı evet, fakat bu seferki çok daha farklıydı. Hiçbir şeyin dikkatini dağıtmasına izin veremezdi, ona güvenmekte olan bir çok melez vardı. Fakat o sorumluluktan nefret eden tembel bir melezdi, kafasındakilerle yüzleşmektense gecenin bir yarısı bir kaç film izleyip sorunlarından kaçmayı tercih ederdi. Hayatı boyunca asla hiçbir şey başaramamıştı, hiçbir zaman bir şey başarma arzusu da olmamıştı. Melez olduğunu keşfetmeden önce hayatta ne yapacağını bile bilmiyordu. Çoğu zaman okuldan çıkar, birkaç arkadaşıyla üç dört bira kapar, hayatın ne kadar gereksiz olduğunu falan tartışırdı. Psikolojik olarak dibe vurmuş, yasal olmayan işlere bile bulaşmıştı. İçinde her zaman anlamsız bir boşluk vardı ve ne yaptıysa da o boşluk asla dolmamıştı. Daha fazla dayanacak gücü kalmadığında ise evi terk etmeye karar vermişti. Uzun süre bir hippi gibi gezinip günlük yemek parası için yaşamaya başladığında onu kurtaracak şeyi, daha doğrusu kişiyi bulmuştu. Gözleri aynı kendisininki gibi simsiyahtı ve aynı bıkkın bakışları atıyordu. Siyah ağırlıklı giyinmişti, parmağında çeşitli yüzükler vardı. Onu yığılıp kaldığı yerden kaldırmış, parmağına bir yüzük iliştirmişti.

"İçindeki ateşi yitirmemelisin evlat, düşündüğün kadar önemsiz değilsin." dedi. Blake adamı tanımıyordu fakat kendini  şaşırtıcı derecede adama yakın hissediyordu. Adam konuşmaya devam etti, "Evine geri dön, madem hayatından sıkıldın, seni bu monotonluk zincirinden kurtaracağım." diye ekledi. Küstahça tebessüm etti, "İçindeki ateşi yitirirsen biraz hile kullanmanın bir sakıncası olmaz evlat, ne de olsa hayat hiçbir zaman adil olmadı, değil mi?" dedi. Blake doğruldu ve adamın verdiği yüzüğü okşadı.

"Bazılarına gökler, bazılarına denizler ve bazılarına da yeraltı düşer evlat. Elinde olandan memnun olmasan da, yeraltında saklı olan güzellikleri bulmak senin elinde." dedi. Blake daha önce hissetmediği bir şey hissetti. Kabul etme hissi. Olanları kabullenmenin ve devam etmenin sırası gelmişti. Mızmızlanmanın ve şikayet etmenin bir faydası olmayacaktı.

Amisa düşüncelere dalmış olan Blake'i dürttü. "Hey Ölü Çocuk, eminim ki benimle ilgili hoş fanteziler kuruyorsundur fakat gerçek dünyaya dönsen diyorum?" diye sırıttı. Blake Amisa ile flörtleşmeye bayıldığından cevabı yapıştırdı, "Hah lütfen Amisa, seni asla hayal kırıklığına uğratmam biliyorsun." dedi. Amisa'nın yanakları al al oldu, ne demek istediğini anlamıştı. Myra ince sesiyle öksürdü, "Üçüncü kişiyi düşünen yok mu burada?" diye şikayet etti. Blake Myra'nın saçlarını karıştırdı ve o havalı Hades melezi surat ifadesini takındı, "Pekala o halde, kim Tanrıların tahtına "BENİ YIKA" yazmak ister?" dedi. 

 

 

Gülüştüler ve kamptan ayrıldılar.

 

 

 

***

 

 

Myra Blake'e sinir olmuştu. Saçlarını karıştıran bilmiş ve büyük tavırları sebebiyle ona "gıcık" olmuştu. Bulabildiği her fırsatta Blake ile çocuksu laf dalaşlarına giriyor, ona kafiyeli hakaretler ediyordu. Blake ise sırıtıp ona dil çıkarıyor, sinir kat sayısının ikiye katlanmasına sebep oluyordu. Üçüncü kişi olan Amisa gülerek iç geçirip ikisini de azarlıyor, taraf tutmamaya çalışıyordu. Fakat Myra inatçıydı, Amisa'yı kendi tarafına çekip, Blake'e karşı üstün olabilmek için elinden geleni yapıyordu. Blake ise neler döndüğünü anlıyor, Amisa'ya iltifatlar edip yakışıklılığını kullanarak ona yaranmaya çalışıyordu. Myra'nın yanakları hoşlandığı biriyle yalnız kalmışçasına kızardı, tanrılar aşkına, Blake'in yakışıklı olduğunu mu düşünmüştü az önce? Hayal gücüne hakim olamadı. Blake'in saçlarını karıştırdıktan sonra gözlerinin içine baktığını hayal etti. Myra parmak ucunda yükseliyor, dudakları buluşuncaya dek yakınlaşıyorlardı.

Blake "Hey ufaklık, domates gibi oldun, iyi misin?" diye takıldı.

Myra gerçek dünyaya döndü ve utançtan yerin dibine girdi. Hızlıca kafasını salladı, çok eskiden yaptığı aptalca bir şeyi hatırlamışçasına tüyleri diken diken oldu. "B-ben, iyiyim! İşine bak Koca Kafa!" diye bağırdı. Blake sırıttı ve ona çocuksu bir ses tonuyla cevap verdi. Amisa ikisinin tatlı atışmasının arasına girmek istemezdi fakat başka bir seçeneği yoktu. "Çocuklar, bir sorunumuz var.

 

 

***

 

Amisa donup kalmıştı. Hayatında bu kadar garip bir yaratık görmemişti. Dev bir horoz kafası vardı, çeşitli renklerle süslenmişti, horoz kafasının bitiminde ise kahverengi bir atın arka tarafı yer alıyordu. Görünüşünün garipliğine gariplik katan dev sarı horoz bacakları vardı. Kocaman gözleriyle amaçsızca etrafa bakınıyor, horoz ve at karışımı sesler çıkarıyordu. Blake kendini tutamadı ve kahkahayı patlattı. "M-maggie halamdan sonra gördüğüm en çirkin şey bu olmalı, bu şey de ne böyle?" dedi. Horoz-atçık Blake'in gülüşünü pek hoş karşılamadı, iri gagasıyla Blake'i küçük bir solucanmışçasına yakaladı ve havaya kaldırdı. Blake kılıcını çekmiş çirkin bir horoz-atın midesine inip horoz kakası olarak çıkmamak için çaba harcıyordu. Amisa belinde sakladığı iki hançeri çekti, Myra ise kısa bir kılıç kullanıyordu. "Dayan Blake, horoz maması olmanı istemiyorum!" diye bağırdı. Myra çişi gelmiş ufak bir kız gibi agresif ve hareketliydi. "Koskocaman bir horoz-atı nasıl yeneceğiz tanrı aşkına?" diye söylendi. Amisa düşünüyordu fakat aklına hiç parlak planlar gelmiyordu. Blake bağırdı, "ÇOCUKLAR, HOROZ KAKASI OLMAK İSTEMİYORUM!" Amisa asla mükemmel bir plan yapamayacağını farkedince en klasik ve stabil yöntemle ilerlemeyi düşündü. "Myra, ben dikkatini dağıtacağım, sen ise bir açık yakaladığında onu ilahi bronzla tanıştıracaksın!" dedi. Myra kafasını salladı ve onayladı.Amisa canavara doğru bir depar atmaya başladı, iki hançerini sıkıca kavradı. "Hey şapşal horoz, Blake'i sadece ben yiyebilirim!" diye bağırdı. Canavar ona dönmüş, dev horoz ayağıyla üstüne basmak için hareketlenmişti. Amisa ezilmemek için yana takla atmıştı. Fırsattan istifade eden Myra canavarın diğer ayağına sağlam bir kılıç darbesi geçirdi. Canavar bağırdı ve Blake'i ağzından düşürdü. Blake havada bir kaç salto attıktan sonra ayaklarının üstüne iniş yaptı. İyi haber, Blake kurtulmuştu, kötü haber Amisa tehlikedeydi. Canavar gagasıyla Amisa'ya hızlı bir darbe indirmeyi denedi fakat Amisa'nın şansı yaver gitti ve bir kaç sıyrıkla yana kaçmayı başardı. Blake odaklandı, yeraltından iskeletten bir platform yükseltiğini hayal etti. Yerden fırlayan iskelet platfrom onu yükseltti, artık neredeyse canavarla aynı boydaydı. "HEY HOROZCUK, MAGGİE HALAM ÇOK SELAM SÖYLEDİ!" diye bağırdıktan sonra zıpladı ve kılıcını iki elinde yakaladı. Yeşil yüzüğünden fışkıran Yunan ateşi Stgyian kılıcını sardı ve canavarın boynunu sertçe yardı. Canavar yavaşça buharlaştı ve toz oldu. Blake koştu ve Amisa'yı yerden kaldırdı.

Myra nefes nefese sordu, "Bu dev at-horoz de neydi böyle?"

Amisa koluyla alnını sildi ve cevap verdi, "Hippalektryon, Pegasuslar'ın atası olduğu söylenir. Tabii daha önce seksi melezlere saldırdığını duymamıştım."

 

Blake sırıttı. "Her neyse, şu anda kendisi kızarmış bir tavuk. Kızarmış tavuk demişken, karnı acıkan var mı?" dedi. Myra katıldı, "Söylemekten nefret ediyorum ama az önce horoz kakası olmaktan ucuz kurtulmuş, kız gibi çığlık atan Blake haklı. Otobüse binmeliyiz." dedi.

Blake dil çıkardı, "Hahah, bu lakabı çok düşündün mi Mimi?" dedi. Myra somurttu ve dil çıkartmasına yanıt verdi.

Amisa iç geçirdikten sonra, "Otobüse gerek yok, eminim ki her meleze yardımcı olmuş paragöz kardeşler bize yardımcı olacaktır." dedi.

Cebinden bir drahmi çıkarttı ve havaya attı. "Gri Kız Kardeşler, sizi çağırıyorum..."

 

 

Uzun ve sarsıntılı bir yolculuk olacaktı...

Dördüncü Bölüm:

 

Amisa ikinci drahmiyi atmayı deneyecekti ki Blake onu durdurdu. Myra somurtuyordu, birincisi Olimpostaki salata barından güzel ve sağlıklı bir yemek yiyebilecekleri drahmiyi boşa harcamışlardı, ikincisi ise hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Aptal altın para yere düştükten sonra kaybolmuş, sonrasında ise hiçbir şey olmamıştı. Blake etrafa bakındı. Kamptan ayrılmışlar, uzun bir süre yürümüşlerdi. Otoyol bomboştu, bir tane bile otomobil geçmiyordu.

Amisa, "Harika, şimdi ne yapıyoruz?" diye sorduktan sonra Blake'in aklına bir fikir gelmişti bile. 

"Kızlar, bir fikrim var."

 

***

"Başarabileceğinden emin değilim Blake." dedi. Harika, zaten Blake'in öz güven problemleri vardı, sürekli endişesini dile getiren Amisa hiç de yardımcı olmuyordu. Blake öfkelendi, "Daha iyi bir fikrin varsa söylemekten çekinme!" diye bağırdı. Myra lafa karıştı, "Sakin ol sert çocuk, Amisa haklı. Sana bir şey olmasını istemeyiz." dedi. Blake somurttu ve iç geçirdi, "Ne zamandan beridir hakkımda endişeniyorsun Myra? Benden nefret ettiğini sanıyordum!" dedi. Myra çıkıştı, "Hayır, senden hiç de nefret etmiyorum!" diye söylendi. Az önce dolaylı yollardan Blake'ten hoşlandığını mı söylemişti? Kıpkırmızı oldu ve sıvazlamaya çalıştı, "D-demek istediğim, g-görev için bize lazımsın şapşal!" dedi. Blake sırıttı, "Başka seçeneğimiz yok, bir şey olursa nektara fondip atarım." dedi. Amisa iç geçirdi, Blake'in kül olmasını istemezdi.

Blake sabırsızlandı ve kılıcını yere soktu. Biraz odaklanıp Antik Yunanca bir kaç kelime mırıldandıktan sonra yerin altından bir çok kemik yükselmeye başladı.

Amisa ürktü. Hoşlandığı çocuğun ne kadar korkunç olabileceğini unutmuştu. Bir keresinde onu Hades masasında kendi kendine konuşurken görmüştü, bir keresinde ise gecenin bir yarısı çığlıklar atarak uyanmış, tüm kampı birbirine katmıştı. Herkes ona neler olduğunu sorduğundaysa, "Sadece kötü bir kabus" gördüğünü söylemişti.

Çok geçmeden Blake'in çağırdığı kemikler bir araya gelmeye başladı. Blake çantasından biraz ambrossia çıkardı ve kemiklere fırlattı. Ambrossia kemiklerle tepkimeye girmiş, kemikler ise etlenmeye başlamıştı. Myra ağzı açık bakıyordu, az önce karşısında bir kemik yığını duruyordu, şu an ise kanlı canlı bir cehennem tazısına bakıyordu. Blake sırıttı, "Neyse ki kılıç enerji doluydu, yoksa gölge yolculuğuna gücüm kalmayabilirdi." dedi. Cehennem tazısı neşeyle uludu, kendi kuyruğunu kovaladıktan sonra Blake'i yere yatırıp yalanmadık yerini bırakmadı. Myra Amisa'nın kulağına bir şeyler fısıldadı ve gülüştüler. Blake ayağa kalktığında sorgulayıcı bir ses tonuyla, "Ne oldu, gördüğünüz "yalama" senası çok mu hoşunuza gitti?" diye sordu. Kızlar biraz daha gülüştükten sonra Blake daha fazla dayanamadı ve cehennem tazısının sırtına atladı.

"Gelin de babanız sizi bir geziye çıkartsın!" dedi. Blake'in arkasına Amisa, onun da arkasına Myra oturmuştu ki Blake itiraz etti. "Myra ortaya otursa daha iyi olacak, o zayıf vücudunun uçup gitmesini istemeyiz değil mi?" dedi ve sırıttı. Myra arkada mutlu olduğuna dair bir kaç kelime etse de Amisa kalktı ve onu ortaya itti. Blake kafasını arkaya çevirdi, "Belime sarılsan iyi olur Myra, sarsıntılı bir yolculuk olacak." dedi. Myra bir kere daha kıpkırmızı kesildi, "Sana sarılmaktansa gölgeler arasında kaybolup gitmeyi tercih ederim şapşal!" diye söylendi. Blake cehennem tazısına "Uçur bizi kızım" komutunu verdiğinde Myra fikrini değiştirmişti. Sımsıkı Blake'e sarıldı, Amisa ise Myra'ya tutunmuştu. Bağırdı, "BLAKE, BUNUN İYİ BİR FİKİR OLDUĞUNA EMİN MİSİN?"

 

Blake cevap vermiyordu.

 

***

Amisa'nın Blake'le tartışması yetmiyormuş gibi bir de ona sarılma şansını kaçırmıştı. Fakat haklıydı, asla üç melezi ve bir cehennem tazısını gölgelere karıştıracak gücü olamazdı. Gelin görün ki, haklı çıktı. Amisa Blake'e sesleniyor, fakat cevap alamıyordu. Çantasından biraz nektar çıkarıp ona içirmesi gerekiyordu fakat etraftaki korkunç ölü sesleri ve dişlerini sökecek şiddette esen rüzgar bir şey yapmasını engelliyordu. Yapabileceği tek şey beklemek ve Blake'e bir şey olmamasını ummaktı. Myra çığlık atıyor, Blake'i dürtüp onu ayıltmaya çalışıyordu. Blake ise ölmüş gibiydi, tüm vücudu kilitlenmiş, cehennem tazısına sarılmış vaziyette bayılmıştı.

Kabus gibi bir 5 dakikadan sonra sonunda cehennem tazısı yavaşlamaya başladı. Etrafı saran gölgelerin ve ölülerin yerini havaya çeşitli gazlar saçan otomobiller ve uzun beton binalar almıştı. Cehennem tazısı durdu ve birden yok oldu, tüm melezler yere yığıldı.

Myra hemen doğruldu ve Blake'in nabzını kontrol etti. Tanrılar aşkına, kalbi neredeyse atmıyordu! Hemen "Amisa, nektar!" diye bağırdı. Amisa çantasını açtı ve koca şişe bir nektar matarasını çıkardı. Blake'in yanına çömdü ve kafasını yukarı kaldırdı. Zaten soluk olan teni iyicene beyazlamış, dudakları morumsu bir renk almıştı. Amisa zaman kaybetmeden nektarı Blake'e içirmeye başladı. Myra çok endişeleniyordu. Blake'in kalp atışlarını kontrol ettiğinden beridir içinde işlerin yolunda gitmeyeceğine dair bir his vardı. Blake'e engel olmaları gerekiyordu, yanlış kararı vermişlerdi. Ona sarıldığında vücudunun sıcaklığının kollarını sarışını düşündü, şimdi ise soluk teni buz gibiydi. Amisa nektarı içirmeyi bırakmış, Blake'e kalp masajı yapıyor, ara sıra da dudaklarına yapışıp ona biraz nefes veriyordu. Amerikan filmlerinde sevgilisininin kalbini çalıştırmaya çalışan bir kız gibiydi, bir "Bir, iki, üç, dört! Hadi bebeğim, kendine gel! Lütfen bebeğim, aç gözlerini, beni bırakma!" demediği kalmıştı.

Blake yavaşça gözlerini açtı, dudağında ilginç bir şey hissediyordu. Hafif ıslaktı ve ona hava üflüyordu. Hemen doğruldu ve kafası Amisa'nınkine çarptı. "NELER OLUYOR BE?" diye bağırdı. Amisa'nın gözünden bir kaç yaş damladı, "Apollon'a şükürler olsun, iyisin seni salak!" dedi. Blake olanlara anlam veremiyordu, "Amisa beni öptü, yaşasın kızarmış tavuk!" dedikten sonra tekrar bayıldı.

 

Myra endişesinden dolayı nerede olduklarına bakmamıştı bile. Etraftaki her insan onlara bakıyor, neler olduğuna anlam vermeye çalışıyordu. Kahretsin, caddenin ortasında bir çocuğa kalp masajı yapıyorlardı. Ölümlülerin haberlerine çıkmak istediğine emin değildi. Amisa'ya seslendi, "Ami, güvenli bir yere gitsek?"

Amisa onayladı, Blake'in bir kolunu tuttu, Myra ise diğer kolunu. Onu yakında her türlü garipliğin döndüğü fakat hiç şüphe çekmeyen tek yere götürdüler, Central Park'a.

 

***

Gelen geçen ölmüş gibi gözüken siyah saçlı çocuğa bakıyordu ki Myra onlara "İçkiyi biraz fazla kaçırmış." diyor, endişeli bir şekilde gülmeye çalışıyordu. Neyse ki New York garipliklerin şehriydi, insanlar Manhattan Savaşı'na bile mantıklı bir açıklama getirdiyse, bunu da umursamayacaklardı.

Blake'i biraz daha taşıdıktan sonra yorgun düştüler ve çimenlere yığıldılar. Blake artık açlıktan yığılmış kalmış bir evsize benziyordu ki bu daha iyiydi, en azından artık fazla dikkat çekmiyorlardı.

Amisa derin bir nefes aldı. Daha göreve çıkalı bir gün bile olmamıştı fakat her şey berbat gidiyordu. Eski görevlerinde bir kaç Harpy öldürürler, Hesperidler'in bahçesinden elma falan çalarlardı. Biraz dinlenmeye ihtiyaçları vardı, sıcak bir duş alırlar, güzel yemekler yer birbirlerine şakalar yaparlardı. Endişenmesi gereken tek kişinin kendisi olmadığını hatırlayarak Myra'ya döndü, "İyi misin Myra? Berbat gözüküyorsun." dedi. Myra cidden berbat gözüküyordu. Gözleri dolmuştu ve aşşağı bakıyordu, ellerini dizlerine bağlamış, panikle titriyordu. "B-bu benim ilk görevim ve ne-neredeyse Blake ölüyordu." dedi.

Amisa gülümsedi ve Myra'nın yanağını okşadı, "Ölü Çocuk güçlüdür korkma, her şey yolunda gidecek." dedi. Neredeyse kendi yalanına inanıyordu, hiçbir şeyin iyi gideceği yoktu. Zamanları tükeniyordu ve Blake kısa sürede uyanacakmışa benzemiyordu. 

 

Güvenebilecekleri kimse yoktu, tanrılar onları terketmişti. Şans tanrıçasnın kızı Amisa'nın şanssızlıklar zincirine kapılması ironikti, ama belki de bunu değiştirebilirdi. Odaklanmaya çalıştı ve gözlerini kapadı. İçine umut dolduğunu hissetti. Hani bazı sabahlar uyanırsınız ve üzerinizde açıklayamadığınız bir neşe olur ya? Veya buruşturduğunuz kağıdı çöp kutusuna atarsınız, tek seferde girer ve anlamsızca mutlu olursunuz, işte Amisa tam olarak böyle hissetiyordu. Kendine daha çok güvenmeye başladı. Gözlerini açtığında karşısında yaşlı bir adam duruyordu.

 

"Yardıma ihtiyacın olduğunu duydum..."

 

***

 

Amisa ayağa kalktı ve belinden hançerlerini çekti. Myra ise hemen Blake'in önüne geçti ve kısa kılıcına davrandı. Amisa adamı süzdü. Daha önce bu kadar yaşlı bir satir gördüğünü hatırlamıyordu. Yaşlı satir güldü, "Mee he he, sakin olun genç melezler." dedi ve cebinden teneke bir kutu çıkardı. Amisa adamın teneke kutudan ölümcül bir asit çıkarıp asiti suratlarına fırlatacağından, daha sonra onlar yanıp kül olurken pis pis güleceğinden emindi. Fakat adam Amisa'yı şaşırtacak bir şey yaptı, tenekeyi dişledi ve çatır çutur yemeye başladı. Amisa hançerlerini indirdi ve kınına geri soktu. "Bizi öldürecek bir şey planlıyorsan belirteyim, yaşlılara saygı gösterilmesiyle ilgili olan etik kuralları hiç de umursamam!" dedi. Satir tekrar kahkahayı patlattı, "Meheheh, bana eski bir dostu hatırlatıyorsun. Beni buraya sen çağırmışke-"

Cümlesini bitirmeden öksürmeye başladı. Uzun bir öksürük krizinden sonra cümlesini bitirmeye gayret etti, "Ahh kusura bakmayın, artık yaşlı bir satir oldum." dedi. 

Myra lafa girdi, "Tanımadığımız birine güvenmemizi beklemiyordun herhalde?" dedi. 

Satir bozuldu ve iç geçirdi, "Meee, beni tanımamanıza pek şaşırmadım tabii. Artık kimse doğayı umursamıyor, ben Kıvırcık Çalıdibi,

 

Vahşi Doğanın Efendisi..."

 

 

Olimposun Kanı Ön okuma

20.06.2014 23:58

Olimpos'un Kanı

 

                                                 Bölüm 1

 

                                                  JASON

 

Jason yaşlı olmaktan nefret etmişti.

 

Eklemleri acıyordu. Bacakları titriyordu. Tepeyi tırmanmaya çalışırken, ciğerlerinden sanki bir kutu taşla doluymuşlar gibi hırıltılar geliyordu.

 

Tanrılara şükürler olsun ki yüzünü göremiyordu, ama elleri eğri büğrüydü ve kemikleri belli oluyordu. Ellerinin tersini şişkin mavi damarlar kaplamıştı.

 

Hatta o yaşlı adam kokusu bile üzerine sinmişti; naftalin ve tavuk çorbası kokusu. Nasıl mümkün olabiliyordu bu? 16 yaşından 75'ine saniyeler içinde geçivermişti, ama yaşlı adam kokusu 'bummm' dercesine anında üstüne sinmişti. Tebrikler! Berbat kokuyorsun!

 

"Neredeyse vardık." Piper ona gülümsedi. "Harika gidiyorsun."

 

Demesi kolaydı tabi. Piper ve Annabeth güzel birer Yunan hizmetçi kızı kılığına bürünmüşlerdi. Hatta kolsuz elbiseleri ve örgülü sandaletlerinin içinde bile taşlı yolu rahatlıkla kat edebiliyorlardı.

 

Piper'ın maun rengi saçları örülmüş ve topuz yapılmıştı. Gümüş bilezikleri kollarını süslüyordu. Annesi Afrodit'in eski bir heykelini anımsatıyordu, ki bu birazcık Jason'ı korkutuyordu. 

 

Güzel bir kızla çıkmak insanı yeterince gergin hale getiriyordu zaten. Hele annesi aşkın tanrıçası olan birisinin kızı ile çıkmak... eeh, Jason her zaman romantik olmayan bir şey yapacağını, sonra da Piper'ın annesinin Olimpos Dağı'ndan kaşlarını çatıp onu yabani bir domuza dönüştüreceğinden korkmuştu.

 

Jason tepeye baktı. Zirve hala 90 metre kadar yukarıdaydı.

 

"Gelmiş geçmiş en kötü fikir bu."

 

Bir sedir ağacına yaslandı ve alnını sildi. "Hazel'in büyüsü fazla iyi. Eğer savaşmak zorunda kalırsam, hiçbir şey yapamayacağım."

 

"İşler o raddeye gelmeyecek," diye söz verdi Annabeth. Hizmetçi kız elbisesinin içinde hiç de rahat görünmüyordu. Elbisenin kaymasını önlemek için ikide bir kambur durmak zorunda kalıyordu. Topuz yapılmış olan sarı saçları arkadan açılmıştı ve uzun örümcek ayakları gibi sallanıyordu. Örümceklere karşı olan nefretini bildiğinden, Jason bundan bahsetmemeyi tercih etti.

 

"Saraya gizlice sızacağız," dedi Annabeth. "İhtiyacımız olan bilgiyi alıp, oradan kaçacağız."

 

Piper amforasını, içinde kılıcını sakladığı seramik şarap kavanozu, yere koydu. "Biraz dinlenebiliriz. Soluklan, Jason."

 

Belinde Cornucopia'sı asılıydı, büyülü bereket boynuzu. Elbisesinin kıvrımlarından birisine hançeri Katoptris'i sıkıştırmıştı. Piper tehlikeli görünmüyordu, ama ihtiyaç anında, ilahi bronzdan yapılmış silahlarını iki elle birden kullanabilir veya düşmanlarının yüzüne çürümüş mango fırlatabilirdi.

 

Annabeth kendi amforasını omzundan attı. Onun da gizlenmiş bir kılıcı vardı, ama onsuz bile, ölümcül görünüyordu. Fırtına grisi gözleri etrafı tarıyor, herhangi bir tehlikeyi arıyordu. Eğer birisi Annabeth'e bir içki ısmarlamaya kalksaydı, Jason adamın 'çatalına' bir tekme yiyeceğinden emindi.

 

Düzenli bir şekilde nefes almaya çalıştı.

 

Aşağıda, Afales Koyu parıldadı, su o kadar maviydi ki gıda boyası ile boyanmış olabilirdi. Kıyıdan birkaç yüz metre ötede, Argo II demir atmış bekliyordu. Beyaz yelkenleri bir puldan daha büyük gözükmüyordu, doksan tane küreği ise kürdana benziyordu. Jason arkadaşlarını güvertede emirlerini uygularken hayal etti; Leo'nun küçük dürbünününden bakabilmek için nöbetleşiyorlar, Büyükbaba Jason'ı tepeyi topallayarak çıkarken görünce gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.

 

"Aptal İthaka." diye mırıldandı.

 

Sözümona ada oldukça güzeldi. Ormanlık tepelerin sırtı adanın merkezine doğru kıvrılıyordu. Kireç gibi bembeyaz yamaçlar denize doğru çekiliyordu. Korlar taşlı sahillere dönüşüyor, kırmızı damlı evlerin ve beyaz ile sıvanmış kiliselerin olduğu liman kıyıya yaslanıyordu. Tepeler gelincikler, çiğdemler ve vahşi kiraz ağaçları ile bezeliydi. Hava çiçek açmış mersin ağacı kokuyordu. Hepsi güzeldi, tabi hava 40 derece olmasaydı. Etraf Roma hamamları gibi buharlıydı.

 

Jason için havayı kontrol edip tepeye uçması bebek oyuncağı olmalıydı, ama olur mu hiç? Gizlilik uğruna, berbat durumda dizleri olan ve tavuk çorbası kokan yaşlı bir adam kılığına katlanmalıydı.

 

Bir yere en son tırmandığı zamanı anımsadı, iki hafta önceydi, Hazel ile birlikte haydut Sciron'un uçurumu olan Croatia'ya tırmanmışlardı. En azından Jason'ın o zaman gücü yerindeydi. Ama şimdi yüzleşecekleri bir hayduttan çok daha kötüydü.

 

"Burasının doğru yer olduğundan emin misin?" diye sordu. "Oldukça, bilemiyorum, sessizgörünüyor."

 

Piper dağ yolu boyunca ilerlemeye başladı. Saçlarına dün gece yaşanan saldırıdan hatıra, parlak, mavi bir harpi tüyü takılıydı. Tüy büründüğü kılığa pek gitmiyordu, ama Piper bunu görev başındayken bütün bir iblis tavuk kadın sürüsünü tek başına alt ederek hak etmişti. Başarısını küçümsemişti, ama Jason Piper'ın bundan memnun olduğunu anlayabiliyordu. Tüy Melez Kampı'na ilk ulaştıkları zaman olan önceki kıştan bir hatıraydı, onun eskisi gibi olmadığının bir hatırlatıcısı. 

 

"Harabeler bu tarafta," diyerek vaat etti. "Onları Katoptris'in yansımasında gördüm. Sen de Hazel'in ne dediğini duydun. 'Hissettiğim gelmiş geçmiş en büy-'"

 

"Hissettiğim gelmiş geçmiş en büyük şeytani ruhlar toplantısı," şeklinde tamamladı Jason. "Evet, süper görünüyor."

 

Hades'in tapınağında olan savaştan sonra, Jason'ın son istediği şey daha fazla şeytani ruhlarla savaşmaktı. Ama görevin kaderi tehlikedeydi. 2. Argo'nun tayfasının vermesi gereken büyük bir kararı vardı. Eğer yanlış olanı seçerlerse başarısız olacak, ve tüm dünya yok olacaktı.

 

Piper'ın hançeri, Hazel'ın büyülü hisleri ve Annabeth'in içgüdüleri ortak bir karara vardılar, cevap İthaka'da, Odysseus'un eski sarayında, Gaia'nın emirlerini uygulamak için hazır bekleyen şeytani ruhlar sürüsünde yatıyordu. Yapılması gereken, aralarına gizlice sıvışıp ne planladıklarını öğrenmek, ve gidişatı en iyi şekilde değerlendirmekti. Ardından oradan da tercihe bağlı olarak, hayatta kalmış bir şekilde kaçmaktı. 

 

Annabeth altın kemerini düzeltti. "Umarım büründüğümüz kılıklar işe yarar. Talipler hayattayken oldukça huysuz müşterilerdi. Eğer bizim melez olduğumuzu anlarlarsa-"

 

"Hazel'ın büyüsü işe yarayacak," dedi Piper.

 

Jason buna inanmaya çalıştı.

 

Talipler: Yaşamış en açgözlü, şeytani yüz kadar katil. Odysseus, İthaka'nın Yunan kralı, Truva Savaşı'ndan sonra kaybolunca, bu prenslerden oluşan Blist çetesi sarayını işgal etti ve oradan çıkmayı reddetti, içlerinden her biri Kraliçe Penelope ile evlenip krallığı devralmayı umut ediyordu. Odysseus gizli bir şekilde geri dönmeyi başardı ve hepsini katletti, işte basit bir mutlu eve dönüş tablosu. Fakat Piper'ın görüleri doğruysa, katiller geri dönmüştü, öldükleri yerin peşindeydiler.

 

Jason gelmiş geçmiş en ünlü kahramanlardan biri olan Odysseus'un asıl sarayına gittiğine inanamıyordu. Ve işte yine, bu göreve birbirini takip eden akıl almaz olaylardan biri daha ekleniyordu. Annabeth'in kendisi daha yeni Tartarus'un sonsuz derinliklerinden kurtulmuştu. Bu göz önüne alındığında, Jason belki de yaşlı bir adam olmaktan yakınmaması gerektiğine karar verdi. 

 

"Eh..." Jason titremesini baston ile zapt etmeye çalıştı. "Eğer hissettiğim kadar yaşlı görünüyorsam, kılığım müthiş olmalı. Hadi yola devam edelim."

 

Tırmandıkça, boynundan terler aktı. Baldırları sızladı. Bu sıcağa rağmen, titremeye başladı. Ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın, son zamanlarda gördüğü rüyaları düşünmeden edemedi.

 

Hades'in Evi'nden sonra rüyaları daha bir gerçekçi olmuştu.

 

Bazen Jason Epirus'un yeraltı tapınağında duruyordu, gigant Clytius ona yaklaşarak ruhani seslerin korosu gibi sesi ile konuşmaya başlıyordu: "Beni yenebilmek için hepiniz uğraştınız. Toprak Ana uyanınca ne yapacaksınız?"

 

Bazı zamanlar da Jason kendisini Melez Kampı Tepesi'nin zirvesinde buluyordu. Toprak Ana Gaia, çamur, yapraklar ve taşlarla dolu bir girdap şeklinde topraktan yükseliyordu.

 

"Yazık sana."  Sesi etrafta yankı yapıyor, Jason'ın ayaklarının altındaki taş tabakayı sarsıyordu."Baban tanrıların ilki, ama sen ise sürekli ikinci geliyorsun; Romalı topluluğunun arasında, Yunanlı arkadaşların arasında ve hatta ailen arasında. Kendini nasıl kanıtlayacaksın?"

 

En kötü rüyası ise Sonoma Kurt Evi'ndekiydi. Önünde erimiş gümüş renginin parıltısıyla ışıldayan tanrıça Juno duruyordu.

 

"Senin hayatın bana ait," sesi gürledi. "Zeus'tan bir barış hediyesi." Jason bakmaması gerektiğini biliyordu, ama Juno süpernova hali olan asıl tanrıça formuna dönüşürken gözlerini kapatamadı. Acı Jason'ın beynini dağladı. Bedeni tıpkı bir soğanmış gibi tabakalar halinde ayrıldı.

 

Ardından sahne değişti. Jason hala Kurt Evi'ndeydi, ama şimdi küçücük bir çocuktu, iki yaşında var ya da yoktu. Bir kadın onun önüne çömeldi, limon kokusu hiç de yabancı gelmiyordu. Yüz hatları nemli ve bulanıktı, ama sesini tanıyabilmişti: berrak ve nazik, tıpkı hızla akan bir dere üzerindeki ipince bir buz tabakası gibi.

 

"Senin için geri döneceğim, benim gözbebeğim." dedi. "Seni yakında göreceğim."

 

Jason ne zaman bu kabustan uyansa, yüzü terden sırılsıklam oluyordu. Gözleri ağlamaktan sızlıyordu.

 

Nico di Angelo onları uyarmıştı: Hades'in Evi en kötü anılarını uyandıracak, onları geçmişten bazı şeyleri duymaya ve görmeye itecekti. Hayaletleri huzursuz olacaktı.

 

Jason özellikle o hayaletin ondan uzak duracağını umut etmişti, ama her gece rüyası daha da kötüye gitmişti. Şimdi de hayaletler ordusunun toplandığı sarayın kalıntılarına doğru tırmanıyordu.

 

"Bu illa da o kadının orada olacağını göstermez," dedi Jason kendine.

 

Ama elleri bir türlü titremeyi bırakmıyordu. Her adım bir öncekinden daha zorluydu.

 

"Neredeyse vardık," dedi Annabeth. "Hadi-"

 

BUMM! Yamaç gürledi. Tepenin üstünde bir yerlerde, bir kalabalık tıpkı amfiteatr seyircileri gibi beğeniler içinde kükredi. Ses Jason'ın tüylerini diken diken etti. Kısa bir süre önce, Roma Koleyzum'unda hayaletlerin tezahuratları karşısında ölümüne bir savaşa girmişti. Bu deneyimi tekrar yaşamaya hiç de can atmıyordu.

 

"O gürültü de neydi öyle?" diye merak etti.

 

"Bilmiyorum," dedi Piper. "Ama eğleniyorlar gibi görünüyor. Hadi gidip biraz ölü arkadaşlar edinelim." 

 

 

Çeviri sayfamıza aittir.

Kitap 7 Ekim'de Amerika'da çıkıyor, çok kısa bir süre, belki aynı günde Türkiye'de!

Seriye başlamam

20.06.2014 23:34


Percy Jackson'u duymayan kalmamıştır sanırım. Mitoloji deyince son yıllarda akla gelen ilk isim o oluyor. Filmleri birer rezalet olsa da... Bunu kitabı okuduktan sonra çok daha iyi fark ettim.

Percy Jackson 12 yaşında bir Fury'nin saldırısına uğradığında, kendisi hakkında birçok şeyi öğreniyor. Mesela Yunan tanrılarının kanlı canlı olduğunu. Babasının da bir Tanrı olduğunu ve okuma ve yazmadaki güçlüklerinin, hiperaktifliğinin aslında genetik bir özellik olduğunu. Melezler kampına gittiğinde ve Zeus'un Şimşeğinin çalındığını öğrendiğinde tüm hayatı dönülmez bir şekilde değişiyor. Çünkü herkes ondan şüpheleniyor, halbuki bizim oğlan masum.

Şimdi diyeceksiniz bu çocuk neden yukarıda bu özeti yazdı, biliyoruz! Bilmeyenleri de düşünmeli ama. Percy Jackson beklediğimden çok ama çok daha akıcıydı, bir seferde yutulabilecek hatta yetinmeyip devamı da okunabilecek cinsten. Yalan söylemeyeceğim, bu kadar beklemiyordum. Herkes bana okumalısın deyip duruyordu, ama kitapların zamanı olduğuna inanan biriyim ve bugün okuduğum ve bitirdiğim için memnunum.

 

Ve bir şey daha anladım, eğer ünlü bir seriniz varsa, sadist bir yazarsınız. Daha kitabın ilk sayfalarında bu Martinism denilen lanetli hastalık Riordan'da da kendini gösterdi. Aldığım duyumlara göre, Athena'nın İşareti kendini koltuğa fırlattıra biliyormuş. Bir yazar da bize acısın be! Ruhumu şeytana satacağım bunlardan kurtulmak için, Mephistoteles ile kanka olur, birlikte insan ırkına lanet okuruz.

Kitabı okuduktan sonra taze kafayla bir de filmi izleyeyim dedim ve bu nasıl bir kitap uyarlamasıdır anlamadım, tüm karakterler değiştirilmiş. Olaylar çorba yapılmış, rezil bir şey çıkmış ortaya. Karakterleri rastlantı eseri aynı olan garip bir şey çıkmış. Bu filmlerin yıllarca çıkmasını bekleyen fandom'a acıdım doğrusu. Eğer böyle berbat bir şey yapacaklarsa, hiç yapmasınlar daha iyi bence. Üstelik dublajlı izlediğim için ona da ayrı güldüm, Grover 'lan, aslanım' falan deyip duruyordu. İlk on dakika gülme krizi geçirdim resmen!

Bir de beklediğim şey var, kitapta Percy'nin denizleri yerinden oynatmasını istiyorum. Yıkıp geçmesini, güçlerinin son haddine dek kullanmasını. Böyle güç oyunlarına bayılırım, umarım hayal kırıklığına uğramam bu konuda! Oyş, bol bol dövüş sahnesi, kan ve vahşet istiyorum! Sağ olsun Rick can yaka yaka da bunları veriyor.

Yunan tanrıları da kitapta oldukça önemli yer kaplıyor. Tanrılar bazen çok yılışık (Ares) ve çocuk gibiler resmen. Ve bu öyle ya da böyle olur ya dedirtiyor size. Asarım keserim tarzı olanları da var. Persephone'yi sonraki kitaplarda görmeyi umuyorum.

Kısadan hisse, kesinlikle okumanız gereken bir kitap. Devamını da bir an önce getirmeyi planlıyorum. Yeni kitap çıkmadan fandom'a yetişmiş olacağım. :D

İlk Blog

20.06.2014 22:20

Yeni blog'umuz bugün oluşturuldu. Buraya odaklanın ve sizi bilgilendirmek için çalışalım. RSS feed sayesinde, bu blogda yeni mesajları okuyabilirsiniz.